İktidarın Hegemonik Aparatları: Utangaç Yandaşlar
01.09.2025 23:25
19 Mart sabahı Ekrem İmamoğlu’na dönük operasyon, sadece siyasal alanı değil, medya düzenini de çıplaklığıyla gözler önüne serdi. O güne dek İmamoğlu ile yan yana görünebilmek için sıraya giren, onunla tek kare fotoğrafı prestij sayan, röportaj kovalayan gazeteciler ve medya organları, operasyon sonrası hızla pozisyon değiştirmeye başladılar. Bu, medyanın rüzgârın yönüne göre saf tutma refleksini bir kez daha gösterdi.
Antonio Gramsci’nin işaret ettiği üzere hegemonya yalnızca devlet aygıtlarıyla değil, aynı zamanda sivil toplum ve medya aracılığıyla kurulur. Türkiye medyasında bu hegemonya, rüzgârı iktidarın estiği yöne çevirmekten ibaret hale gelmiştir.
Bugün iktidara yakın medyada görev yapan bazı isimler zaten açık saf belirlemiş durumdayken, asıl dikkat çekici olan “muhalif görünümlü” ama aslında iktidarın kontrolünde hareket eden medya unsurlarıdır. Bu medya organları, Habermas’ın “kamusal alanın dejenerasyonu” dediği sürecin tipik ürünüdür: Muhalefet adına söz alır görünür, fakat gerçekte iktidarın çerçevesini yeniden üretirler.
Bu kayma, toplumsal muhalefeti yalnızlaştırma ve gerçek gazetecileri kriminalize etme stratejisinin tamamlayıcı unsurudur.
Bütün bu tabloya rağmen bir avuç medya kurumu ve gazeteci hâlâ rüzgâra karşı yürümeyi sürdürüyor. Fatih Altaylı, Furkan Karabay ve ismini sayamadığım onlarca gazeteci tutuklama ile sindirilmeye çalışıldı, Yüzlerce gazeteci ise gözaltılar susturulmak istendi. Onlar TV ekibi, Halk TV, Tele 1 ve Anka Haber Ajansı gibi organlar baskıya rağmen kamusal hakikati üretmeye devam ediyorlar.
Burada Pierre Bourdieu’nün alan kuramı devreye giriyor: Medya alanı, iktidar alanıyla sürekli etkileşim halindedir. Bu etkileşimde iktidar baskısı artarsa, bağımsız aktörler dışlanır, kriminalize edilir. Ancak bu dışlanma aynı zamanda onların özerkliklerini ve meşruiyetlerini artırır.
Bugün iktidarın konforlu gölgesine sığınan gazeteciler şunu akıllarından çıkarmasın: Rüzgâr hiçbir zaman sonsuza dek aynı yönden esmez. Tarih, baskıcı rejimlerin çöküş anlarında en çok kimleri unutmuştur biliyor musunuz? Korkuya teslim olup kalemini satanları. Ama kimleri asla unutmamıştır? Bedel ödeyerek hakikatin yanında duranları.
Direnenler, yalnızca birer birey değil; kolektif hafızanın direniş kahramanlarıdır. Onlar tarihe onurla kazınırlar. Fakat kalemini iktidarın çıkarları uğruna eğip bükenler, sadece iktidarın çöplüğünde değil, halkın vicdanında da mahkûm edilir. Ve o vicdan mahkemesinden beraat yoktur. Bugün adını anmadığınız İmamoğlu beraat eder de siz büyük mahkum olacaksınız.
Rüzgâr tersine döndüğünde —ki dönecek— bugün “menfaat” adına saf değiştirenler, yüzlerine bakacak bir muhatap bile bulamayacaklar. Onlar, birer hegemonik aparat olarak tarihe geçecekler. Egemen gücün ideolojik aygıtı işlevi görmüş, fakat toplumun kolektif vicdanında “işbirlikçi” olarak damgalanmış aktörler olacaklar.
Halkın hafızası, kimin hakikatin safında durduğunu da kimin iktidarın sofrasında kırıntı topladığını kayıt altına alır. Bu kayıt, yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda siyasal bir kayıttır. Kalemini ve kelamını iktidarın baskı düzenine tahvil edenler, sadece bireysel çıkarcı değil, aynı zamanda toplumsal mücadeleden kaçan korkak birer figürden ibarettir.
Gerçek gazetecilik, “rüzgârın yönüne kapılmak” değildir; tersine, hakikatin ısrarını dayanışmanın harcıyla yoğurup rüzgâra karşı yürümektir. Çünkü hakikatin gücü, yalnızca bir bilgi üretme faaliyeti değildir; toplumsal bir inşadır, geleceği kuran devrimci bir pratiktir. Direnenler, bu nedenle yalnızca bugünün değil, yarının da meşruiyetini üretirler.